5 Mayıs 2010 Çarşamba

4 Mayıs 2010 - Eryaman Beytepe 08:30 otobüsü

• Blog nickimi “kımıl” mı koysam?
• Haydi, nerede bu otobüs?
• Mitoloji’den tanıdığımız ve çok sevdiğimiz o arkadaşımız yine bizlerle.
• Triiitiüüüüvvv. Kraçoakkk.
• Tiit tiit.
• “Fazla egosu olan var mı?” Ah be ablacım, basmasına basardım ama herkese basa basa topladığım paralarla yeni onluk alamıyorum ki, can sıkıcı bir durum fakat daha para da yatmamış, beni es geçeceksin, kusura bakma, yani bakma, bakmazsan sevinirim. Bak nasıl yalvarırcasına bakıyor. Bakma be.
• Merhaba.
• Eskişehir yolundaki ATO binasında hiç ATO tipi göremiyorum. Böyle ATO deyince insan ATO tipi bekliyor binada. Böyle oturaklı, ses efektli falan, böyle gür bir ATO! Ama bakıyorsun bizim ATO’ya, hiç öyle görünmüyor. Hiç ATO gibi değil, daha çok ETÖ gibi bir tipi var. Böyle açılımını tahmin etmesi daha zor gibi, kafa karıştırıyor. Da Vinci şifresi’ni andırıyor (DVŞ). Mimarisinden olacak. Mimarisi aynen bir mason tapınağı. Çok gizemli, tabi bunun beni çekmesi beklenir ama hiç de değil. ATO binasına bakınca Dan Brown furyasının devamı niteliğinde çıkarılan, hepsi de New York Times bestseller (New Yorklular ne midesiz arkadaş, her şey bestseller), böyle kitabın döne döne yaklaştığı ve güm diye ekrana çarptığı reklamları olan, Süper Gizli Caravaggio Kodu, yok efendim Rafaello Düzdü, Degas Yaladı tarzı kitaplar var ya, haritalı şifreli, böle kapağında kutu, anahtar falan var, öyle sikko kitapları anımsatıyor bana ATO binası, sekizgen çünkü, “Maria Magdalena burada yatacaktı ama Fransızlar bizden önce hareket etti” gibi bir havası var. Türk Da Vinci Şifresi çekilse burada çekilir yani. Binayı gördükçe ticaretten soğuyorum, Ankara’ya ayrı, Ticaret’e ayrı, Oda’ya ayrı kayıyorum.
• İlginç camiler yapıp duruyorlar bu aralar. Moda oldu. Böyle birbirinin üstünden dolanan kemerler, böyle bir kirişli, bombeli kapılar, böyle bişiler… şöyle kubbesi duvarda yere dik bir cami yapsalar ya, minberi yere yatmış falan, insanlar tavanda namaz kılsa, futuristik, ben oraya namaz kılmaya giderim arkadaş. En azından bi görmeye giderim yani. Çeşmesi olsun, suyu yere paralel aksın, o zaman yere kapanır secde ederim, günahlarımı bağışla derim. Derim ama camiyi yapana derim, Allah olur o adam, peygamberliğini ilan eder.
• Bu yeni camilerin altına sığınak yapıyorlar bence, şşşş, nükleer saldırı sığınağı yapıyorlar, nükleer savaş olsun, o Diyanet İşleri’nin oraya yapılan cami Türkiye’nin en kutsal mekanı olacak bak, bütün kutsal kişilikler orada olacak çünkü, hatta belki Türkiye’deki son kişilikler orada olacak. Geriye kalan bir avuç halk da bu arada yeni dokungaçlarını kullanışlı hale getirmek üzere evrilmeye başlayacak. Eğlenceli.
• Köstekli saat istiyorum ben.
• Roger Zelazny’nin Işık Tanrısı’nı okudum. Kitabın kapağından “En iyi beş BK romanından biri” yazıyor. Elime alınca kitabı “BK ne demek?” diye sormuştum, arkadaş gözlerini kocaman kocaman açarak, “Bilim Kurguuu.” dedi (uzun u’yu nağmeli okuyun, böyle bunda bilinmeyecek ne var tonuyla). Sonra aldım kitabı eve getirdim. Abim aldı kitabı bakmak için, yüksek sesle “En iyi beş BeKa romanından biri.” diye okudu, ben hemen atladım tabi “BeKa, bilim kurgu.”diye. Abim de aynı şekilde gözlerini kocaman kocaman açarak, “Biliyorum heralde.”dedi. “Ben bilmiyordum.”dedim. Güldü bana. Sonra güzel Türkçemizle ilgili ayarı vermek için “Sci-Fi yazsa bilirdin ama.”dedi. Dehşet içerisinde abime dönüp, “Oha, Sci-Fi o muuu?” dedim. Abimin gözlerinin daha önce hiç bu kadar açıldığını görmemiştim. Akabinde haykıra haykıra gelen bir kahkaha tabi. Hayattan soğudum, camdan atlamak istedim.
• Kilim Burgu.
• Bence Kırım Kongo Kenesi’ni Paris modacıları sürdü piyasaya. Bildiğin laboratuarda geliştirip saldılar. Pantolonu çorabın içine sokma adını verdiğimiz olguyu bir moda furyasına çevirmek istediler. Bakın bu yaz pantolonun çorabın içine sokulduğu defileler düzenlenmezse, gelin, yüzüme tükürün.
• Tikky Komünist. Olur, olmaz demeyin. Olur, ama onun olduğu bir dünyada ben var olur muyum, orasını bilemeyeceğim: “Ay, Marx çok küseeeell.” Marx Factor yani.
• Virginia Woolf’a da, onu doğurana da, onu yapana da kafam girsin. Okuduğum bölüm bazen böyle ölmüş insanın arkasından konuşturtuyor.
• Ben ineyim artık bakalım. Hadi, sağlıcakla.
• …
• Ebeni…
• Şimdi aklıma geldi, inmeden anlatayım. Ejderha Mızrağı’nın Güz Kımılı Ejderhalarını okudum. İlk okuyuşunuzda orta okul aklı ile okuduğunuz için süper gelen kitap, ikincide aslında bir tırtılın boku bile olamadığını gösteriyor. Orta okul zekasıyla kaptırmış okuyorum, şöyle bir diyalog geldi önüme: “Sen de kimsin?!” “Eben.” Şok olmuş bir halde hangi kitabı okuyorum diye bir daha baktım. Meğer adamın adı Eben’miş. HOHOHOHHHHAHAHAHAHHAHAHEHEHEHAHAHAHHA diye güldüğümü anımsıyorum.
• Allaha ısmarladık.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

3 Mayıs 2010, Eryaman - Beytepe 8:30

• Tiit tiit.
• Alışın artık.
• Merhaba.
• Güneş hangi tarafa vurmuyordu ya?
• Bu olayı siz de yaşıyor musunuz? Otobüse binince güneşin hangi tarafa vurmadığını hesaplamaya çalışıyor musunuz? Ben yapıyorum valla. Nefret ediyorum güneşin ağzıma ağzıma ışımasından. Yüzüm pelte olana kadar ısınıp eriyecekmiş gibi oluyor. Bir de bazen “Bugün hava kapalı, nereye oturursam oturayım, güneş gelmez. Mih mih mih.” diye düşünüp otobüsün en güzel yerine, böyle kendinizi dış dünyadan bağımsız kılıp içinize kapanabileceğiniz, inceden bir emoluk tadı alabileceğiniz tekli koltuklara oturuyorsunuz, hoop, Etimesgut’ta güneş bulutun arkasından ağzınıza doğuyor. Yol boyunca da en çok Etimesgut’ta insanın ebesini tanıyor güneş. Ya, bir de buna tapıyorlar ya. Güneş’e tapıyorlar ya. Güneş’e tapılır mı? Hasta mısın?
• “Gerçek, gerçek olalı hiç böyle karmaşa görmedi.” Evet, insan böyle saçma sapan, sıkış cümleler de kurabiliyor zihninde. Karanlıkta zenci kendini asmış, kimse görmemiş, falan. Bu gibi şiirleri hep otobüste elinde sözlük olanlar yazıyor. Alıyorlar ellerine sözlüğü, rastgele sayfaları açıp alakasız kelimeleri artarda koyuyorlar. Gördüm. Ne kafiye var, ne ölçü. Ooh, sıkıntı yok. Sikinti var çünkü.
• Oha, kafiyeli oldu.
• Okulda şenlik varmış. MFÖ geliyormuş. Yazık koskoca MFÖ’ye. Adamlar hayranları gelecek zannediyor. Halbuki içme, sıçma, düzüş konseptinin hayranı şenlikçiler. Geçen yıl şenlik zamanı gördüm. Kenan Doğulu gelmiş, saçı kıçında en metalci adamlar, en emosundan en sağlam punkına kadar hepsi konserde. Niye gittiğiniz belli sizin? Slayer dinleyen adam Kenan Doğulu’yu ne yapacak? Hayır, koskoca adamı götüne de sokamazsın, illa yapacaksın orada bir şey ama ne? Niyetini belli et de bu kadar etme. Şenlik zamanı o Beycafe tuvaleti tıklım tıklım, tüm kızlar süsleniyor vereceğiz diye. Tüm şenlikçiler böyle diye söylemiyorum tabi, eminim aranızda vardır hakkaten sanatçıya giden, tuvalet sırası yüzünden akşam otobüsünü kaçırdım, ona yanıyorum. Yoksa bana ne? MFÖ düşünsün.
• Yine İkarus geldi otobüs. İkarus, Yunanistan’da başka bir meslek ile tanınıyor olmasına rağmen (balmumu kanatlarla güneşe doğru uçup suya çakılma mesleği, boşuna demiyorum güneşe tapılmaz diye), Ankara’daki mesleği bellidir. Bir kere havalarda gezip suya çakılınca, artık akıllanmış olan İkarus yerden gitmektedir. Hatta yerde gitme performansı da, havada gitme performansı kadar kötüdür. Çünkü, Ankara Belediyesi inatla İkarus’un 94 model olduğunu iddia etse bile, İkarus 86 modeldir ve her yerinden hava ve toz geçirmekte, kışın üşütmekte, yazın terletmektedir. Doğal klimalı olduğu için baş ağrınız klimadan değil, 86 model motorun kulaklarınızı kanatan sesinden kaynaklanır. Ayrıca çok iyi bir masaj aletidir, ama Ankara’da mesafeler çok uzun olduğundan ve İkarus inatla uzun mesafelere verildiğinden, masajı en az 50 dakika sürer, artık vücudunuzda düzelmedik, ya da düzülmedik kemik kalmaz.
• Sabah İkarus, akşam İkarus; Beytepe öğrencisinin mitolojiye doyduğu an.
• “He is dead and gone, lady. He is dead and gone.”
• İngilizce bilmeyen üniversite öğrencisi görünce beni bir kaşıntı alıyor. Kollarım, omuzlarım kaşınıyor birden, fena oluyorum.
• Piknik ya, piknik lazım. Bak aniden içim neşeyle doldu.
• Şu an başımda iki türbanlı arkadaşımız dikilmiş durumda. Kızlardan biri (türbanlı erkek olamayacağına göre, oha, fantezi), aynen aktarıyorum, şöyle dedi: “Ay bu hafta sonu KePeDeSe var.” İçimden “Hehehoha.” diye güldüm, çünkü bunu bu şekilde söylerken gayet ciddiydi. Ve efenim, gülmemi sürdürüyorum huzurlarınızda: HEHEHHEHOHOHAHAHHOHOHHAHEHEH! Ama çok hüzünlü aslında. Medya mı artık, yoksa siyasetçiler mi bilemeyeceğim, kırk yıllık “Ke” harfini bize “Ka” diye dayatmışlar, hepsinin .mına koyim ben, size bir şey olmasın. Çok da kaba, “Ka” ne lan? Bak çok kızdım şimdi, sinirimden ağlayacağım, içime kapanacağım, biliyorum.
• Yolda bir yandan düşünüp, bir yandan yoldaki arabalara bakıyorum. İstisnasız, bak daha hiç istisnasını görmedim, arabası olan herkesin güneş gözlüğü de var. “Bunu takmadan süremiyorum yav.” Güneş de yok ki doğru dürüst, anlamadım. Araba markaları bir araba alınca Ray Ben’i bedava mı veriyor? Ya da kanun mu var? Araba alınca notere güneş gözlüğüyle gireceksin, yoksa onay basmıyor. Ray Ben’e de sokiyim açıkçası.
• Machinarium oynadınız mı? Ben oynadım, bitti. Bitiyor yani, bitmiyor değil.
• Aha iniyorum, gidiyim bir kahvaltı ediyim.
• …
• Bu arabada ses çıkmıyor tabi düğmeye basınca. Çıksa bile duymazsınız, İkarus çünkü.
• …

30 Nisan 2010 Cuma

30 Nisan 2010, Eryaman - Beytepe 8:30 otobüsü

  • Tiit tiit (ego basma sesi).
  • Selam.
  • Evet, biz Ankara'da ego basıyoruz otobüse binerken, bir çeşit kart. Manyetikli felan, öğrencisi mavi, paso almazsan eline alıyorsun.
  • Bence Bram Stoker's Dracula, herkesin öpüştüğü filmdir. Lucy; Arthur'la, Teksaslıyla, psikiyatristiyle, Dracula'yla, hatta Mina'yla öpüşüyor. Mina; Lucy'yle (bunu zaten dedik), Keanu Reeves'le, Dracula'yla ve Anthony Hopkins'le öpüşüyor. Keanu Reeves; Mina'yla, Monica Belluci'yle ve diğer iki vampir gelinle öpüşüyor. Dracula Van Helsing'le, Van Helsing Arthur'la, Arthur psikiyatrla, hepsi psikiyatrla, Doğu Ekspresi gibi şerefsizim.
  • Ensestin Türkçesi yasakseviymiş. Bunu ne zaman söylesem dik dik yüzüme bakılıyor. Yasakseviye de hep yasakevi diyesim geliyor, daha kısa, iki saat aradaki "s" harfini telaffuz etmekle uğraşmıyorsun, dudaklarını yormuyorsun, temiz. Bence ensest demeye devam edelim, yasaksevi çok Türkçe, ensest deyince sanki Türklerin tarihinde hiç ensest yokmuş gibi oluyor (bok yok).
  • Sakalı ile saçının boyu aynı olan erkekleri görünce dayanamıyorum, suratına bir yumruk atasım geliyor (erkek olmaları ile alakalı değil tabi bu, kadın olsalar da aynı, ama daha kadın görmedim, bilemeyeceğim). Ama yapmıyorum, başka yöne bakıyorum, içime kapanıyorum.
  • Tam karşımda göt çeneli bir vatandaşımız oturuyor. Bunu aşağılama amaçlı söylemiyorum ama bence bu Viggo Mortensen stili çeneye göt çene denir ve denmeye devam etmelidir. O arkadaş göt çenesi ile gurur duyuyor olabilir. Benim çenemde bir çukur bile yok, ben de bununla gurur duyuyorum. Bence hepimiz çenelerimizle gurur duymalıyız. Neyse, bu göt çeneli vatandaşımızın sakalları yeni uzamaya başlamış. Garip bir doğallığı olan bir görüntü var karşımda, doğal insanın, ilk insanın poposu gibi. Valla ben göt çeneli olsam, sakalım tamamen uzayana kadar evden dışarı adımımı atmazdım. Cesaret işte bu karşımdaki arkadaşın yaptığına denir.
  • Mel Gibson'ın Hamlet filmini izledim. Olmamış, 70 yapımı korku filmlerine benziyor. Helena Bonham Carter'ın insanı üzüntüden ağlatan Ophelia performansı dışında; çok ağladım ya. Gözlüklerim ıslandı bütün. Ama film olmamış. Cesur Yürek'ten Hamlet mi olur len? Olur. Olur ama, ancak bir İngiliz'in yazdığı, Danimarka'da geçen bir oyunu, İtalyan yönetmene yaptırıp başrolünde de Avusturalyalıyı oynatırsan olur, o da olmaz.
  • Avusturalyalı kelimesinin içinde "ustura" buldum.
  • Bizim Beytepe'nin girişinde kimliklerimizi Gollum kontrol ediyor. Valla, ATK'nın kimlik kontrolcülerinden biri Gollum. Soracağım bir gün, kimliğini göstermesini isteyeceğim, Gollum yazmıyorsa isim hanesinde, şerefsizim.
  • Dün gece Pathology diye bir film izledim. Kes-biç-seks filmi. Artık hepsi öyle. Bir de eskiden yapılmış korku filmlerini de yeniden çekiyorlar ya, onlar sadece kes-biç filmiyken, yeni versiyonları kes-biç-seks filmine dönüşüyor. Artık aynı tarz film yapa yapa konu da uyduramıyorlar, yakında bunların da konusuzu, hayvanlısı filan çıkar, inceden çıtlatayım dedim. (Hayvanlısı var zaten, Hayvan Mezarlığı'nın yeni versiyonu)
  • Kadın yazarların kadınlarla ilgili kitap yazması midemi bulandırıyor, biz kadın ırkının ne kadar eksik ve geri kalmış olduğunu hissettiriyor bana, hoşlanmıyorum. Aha işte önümde var bir tane reklam; Marge Piercy, Zamanın Kıyısındaki Kadın. Ah, başka bir şey yazamaz çünkü kadınlar, illa zamanın kıçındaki bir kadından bahsedecekler. Reklamı okuyorum bak, 'Bu kez bir "kadın ütopyası"...', ay yok devam edemeyeceğim, midem bulandı. Bu arada evet, aynen bu şekilde yazılmış reklam, kadın ütopyası sözcükleri hem italik hem de tırnak içinde, Türkçede böyle bir kural yok bence; duble vurgu. Bir de sonuna üç nokta, ooh, bütün menopozlu ev kadınları alır okur artık. Belki kitabın kendisi iyidir, bilemem, ama reklam bitiriyor bunu, reklam. Bir de kitabın adı bitiriyor. Niyetini belli et de, bu kadar belli etme.
  • Hemen arka sayfasında Samuel Beckett'ın romanının reklamı var. "...savaşla ilgili hiçbir şey içermiyor. Peki neyle ilgili bu roman? Hiçbir şeyle! Olay örgüsü yok (olay yok ki zaten)..." Bu ne şimdi? "Ay Samuel Beckett, bi siktir git ya!" dedirten bir reklam. Bence bu üstadın kitabının önemini de bu reklam yok ediyor, ben size söyleyeyim. Reklamlara aldanmayın, Samuel Beckett okuyun, iyidir. Hele anlayabilirseniz, şahanedir. Ben açıkçası Waiting For Godot'dan çok bir şey anlamadım, söyleyeyim. J-Stor'dan bir iki bir şey okuyayım.
  • İnmem lazım, görüşürüz.
  • Daaat!
  • ...